''Toplumsal kaynaşma, ortak kimlikler ve aidiyetlikler üzerinden sağlanamaz''

Araştırmacı Hasret Saygı, Boğaziçi Üniversitesi Yabancı Diller Eğitimi Bölümü bünyesinde tamamladığı ‘’Türkiye’nin Bir Şehrinde Yerel ve Mülteci Kadınlar Arasındaki Günlük Etkileşim: Kimliklerin Müzakeresi ve İnşası" başlıklı doktora tezinde Kırşehirli yerel kadınların ve Iraklı Türkmen kadınların dil, din ve kadınlıkla ilintili konular üzerinde üzerinde ortaklaştıkları ve ayrıştıkları noktaları inceledi.

Araştırmacı Hasret Saygı, Boğaziçi Üniversitesi Yabancı Diller Eğitimi Bölümü bünyesinde tamamladığı ‘’Türkiye’nin Bir Şehrinde Yerel ve Mülteci Kadınlar Arasındaki Günlük Etkileşim: Kimliklerin Müzakeresi ve İnşası" başlıklı doktora tezinde Kırşehirli yerel kadınların ve Iraklı Türkmenlerin bir araya geldiği ev buluşmalarındaki sohbetleri merkeze alıyor.

Kırşehir’de yaptığı saha araştırmasıyla iki grubun dil, din ve kadınlıkla ilintili konular üzerinde üzerinde ortaklaştıkları ve ayrıştıkları noktaları inceleyen Saygı, mülteci kimliğinin din ya da dil gibi ortaklıkların üzerinde baskın bir kimlik olarak öne çıktığını vurguluyor. 2019 yılı Boğaziçi Üniversitesi BAP Doktora Tez Ödülü'nü kazanan bu çalışma üzerine Hasret Saygı ile konuştuk.

Boğaziçi Üniversitesi Yabancı Diller Eğitimi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Yasemin Bayyurt Dr. Öğr. Üyesi Işıl Erduyan eşdanışmanlıklarında yürütülen “Türkiye’nin Bir Şehrinde Yerel ve Mülteci Kadınlar Arasındaki Günlük Etkileşim: Kimliklerin Müzakeresi ve İnşası" başlıklı doktora tezini tamamlayan Hasret Saygı, mülteci kimliğinin günlük yaşam pratiklerinde dahi öne çıkan ayrıştırmacı yönüne dair önemli bulgular sunuyor. Kırşehir’de yürüttüğü saha çalışmasında yerel kadınlarla Iraklı kadın mültecilerin ev buluşmalarını inceleyen Hasret Saygı ile kadınlık ve mültecilik kimliklerinin kesişimine dair konuştuk.

Saha çalışmanızın konusuna nasıl karar verdiniz ve neden Kırşehir’in bir mahallesini seçtiniz?

2014 yılı Ağustos ayında bu karanın ilk adımları atıldı. Suriyeli mültecilere karşı artan saldırı haberleri karşısında bir dayanışma ortamı oluşturmayı amaçlayan bir kampanyaya dâhil olmaya karar verdim. 2014-2016 yılları arasında, üniversite kampüslerinde ve İstanbul’un çeşitli yerlerinde yerel halkı ve mültecileri bir araya getiren paneller, gösteriler ve çeşitli kültürel etkinlikleri de bu doğrultuda düzenledik. Boğaziçi Üniversitesi’nde 2014 yılında düzenlediğimiz etkinlik Suriyelilerin zorunlu göçü meselesinde kampüste düzenlenen ilk etkinlik olabilir. Bununla birlikte 2014 yılında Suriyelilerin kendi inisiyatifleriyle kurdukları bir toplum merkezinde gönüllü öğretmenlik yapmaya da başlamıştım. Bu süreçte, Suriyeli çocukların okula kaydettirilmesine ve devamlılıklarının okulla iş birliği yürütülerek sağlanmasına destek oldum. İki yıl boyunca her hafta sonu, Çapa’daki Suriyeli bir kadının evinde mahalleli çocuklara Türkçe ve okuma-yazma dersleri verdim. 2016 yılında doktora projeme başlarken, sahadaki tecrübelerimden de yola çıkarak hem aktivist hem akademik bir çalışma yürütmek istedim. Mültecilerin ve yerel halkın gündelik hayatlarını akademik olarak gözlemlerken aynı zamanda birbirleriyle anlamlı ilişkiler kurabilmeleri için de aracı olmak istedim. Bunu gerçekleştirebilmek için en iyi tanıyıp bildiğim, insan ilişkileri ve güven kurma konusunda zorlanmayacağımı düşündüğüm bir yer olan doğup büyüdüğüm şehri, Kırşehir’i seçtim. Nitekim annemin de yer aldığı bir kadın grubunun içine mülteci kadınları da dâhil etmeyi başardım. Bir sene boyunca her ay yerel kadınların düzenlediği altın günlerinde her iki grubun da düzenli olarak bir araya gelmelerini sağladım.

‘’Giyim alışkanlıkları bile milliyetçilik söyleminin konusu olabiliyor!’’

Çalışmanızda milliyetçiliğin, sosyalleşmek için ev kadınları tarafından ev içinde düzenlenen kadın günleri gibi en sıradan etkinliklerde bile sürekli üretilmekte olduğunu gözlemlediğinizi belirtiyorsunuz. Bu gözleme ne gibi örnekler eşlik ediyor?

Araştırmamda birlikte çalıştığım mülteciler Iraklı Türkmen kadınlardı. Yerel kadınlarla ortaklaşmak ve diğer mültecilerden kendilerini ayrı tutup özel bir statüye erişmek adına, Türklük vurgusu ve ortak Osmanlı geçmişine atıf Türkmen kadınlarca sıkça yapıldı. Kullandıkları Türkçe’nin öz Türkçe olduğu, Osmanlı’dan bu yana aslını koruduğu gibi argümanları Iraklı Türkmen kadınlar yerel kadınlarla olan buluşmalarında sıklıkla dile getirdi. Ancak, mültecilik kimliği öylesine baskın geldi ki Iraklı Türkmen kadınların sahip oldukları diğer bütün kimlikler mülteciliğin gölgesinde kaldı. Yerel kadınların mültecilik karşıtlığını besleyen söylem alanı ise hep milliyetçilik üzerine inşa edildi. İşte tam da bu sebeple, Türkmen kadınlar Türk sınıfına dâhil edilmedi ve adları hep Suriyeli kaldı. Ortak bir dil olarak ana dilleri olan Irak Türkçesini kullansalar dâhi yerel kadınlar onların Türkçeyi buraya geldikten sonra öğrendiklerine dair çıkarımda bulunup bu çıkarımlarına inandılar ve Türkçe konuşan toplulukların içine onları dâhil etmediler. Yerel kadınlarla yürüttüğüm röportajlarda ise yabancının olmadığı, yabancı bir dilin konuşulmadığı ideal bir toplum resmedildi ve daha homojen olduğu düşünülen geçmişe bu yönüyle büyük bir özlem sık sık dile getirildi.

Şöyle ifade edebilirim ki sadece kimlik temelli meseleler üzerinden değil bir ayrıştırma yaratılması söz konusu olmadı, bir çorap bile milliyetçi bir çerçevede değerlendirilip yerel kadınlar tarafından bir ayrıştırma aracı olarak kullanılabildi. Ayağında çorap olmadan kadın buluşmalarına gelen Iraklı kadınlar sıcak iklime sahip bir ülkeden gelip çorap giymeye alışkın olmadıklarını söylediklerinde, “Burası Türkiye, burada dört mevsim var, burada çorap aranır arkadaş,” deyip bir kadının çorap giyip giymemesi üzerinden bile yerel kadınlar milliyetçi söylemler üretti.

Çalışmanıza katılan mülteci kadınların yeni geldikleri, katıldıkları bu toplumda uzun dönemde var olma, yaşamlarını bu coğrafyada sürdürme açısından düşünceleri ne yönde? Türkiye’yi bir yurt, yuva olarak mı görüyorlar, orta veya uzun vadede başka bir yerde yaşamak gibi planlar mı yapıyorlar?

Hem ülkedeki statüsüz durumları hem de yabancı olduklarının mahallede sosyal bir dışlanma yoluyla hissettirilmesi sebebiyle, çalıştığım mülteci kadınların davranışlarında genel bir mahcubiyet hali vardı. Bu sebeple de genel olarak ülkeye ve buradaki hayatlarına dair olumsuz ve eleştirel bir tutum sergilemekten kaçındılar. Çocuklarının buraya alıştığını ve burada bir hayat kurduklarını, bu sebeple de kendileri gitmek isteseler bile çocuklarının Türkiye’de kalmak isteyeceklerini dile getirdiler. Genel olarak, daha çok yaşlı kesim savaş biterse ülkelerine dönmek isteyeceklerini belirtti. Nitekim Irak’ta yaşadıkları şehir olan Telafer’in IŞİD’den temizlenip Bağdat yönetimine geçmesi ile neredeyse sadece yaşlı Iraklı Türkmenlerden dönenler oldu.

Ancak, genele bakıldığında çalıştığım Iraklı Türkmenler ne Avrupa’nın başka bir ülkesine transfer edilmek ne de Irak’a dönmek gibi bir arzuyu dile getirdi. Hatta Kırşehir’deki kısıtlı iş olanaklarına rağmen, alıştıkları şehirden başka bir şehre taşınma konusunda bile çekimser davrandılar. Tabii, yaşadıkları yerele bağlılıkları da zaman geçtikçe artıyor. Ancak yine de kendi kültürlerini devam ettirmek ve bir sonraki nesle aktarmak konusunda endişeleri var. Anneler bir yandan çocuklarının bu ülkede tutunmasını istiyor bir yandan da kendi deyimleriyle onların “Türkleşme”sinden endişe duyuyor.

Ortak yaşamın yolu insani değerler ve haklardaki mutabakattan geçiyor

Mülteci kadınların Arapça ve Kur'an okuryazarlığı becerilerini kullanarak yerel kadınlar nezdinde kabul görme çabalarının tam anlamıyla bir kabul açısından yeterli olmadığının altını çiziyorsunuz. Ortak yaşayabilme açısından temel gereklilikler nelerdir gözlemlerinize göre?

Kadın buluşmalarında Iraklı Türkmen kadınlıkların sıklıkla başvurdukları ortak etnisite ve dil vurgusunun yanında yaptıkları ortak din vurgusu da işe yaramadı ve milliyetçiliğin gölgesinde kaldı. En iyi Müslümanların Türkler olduğunu iddia eden yerel kadınlar mülteci kadınların dini kimliklerine de şüphe ile yaklaştılar. Yerel ve mülteci kadınlar bir araya geldiklerinde birlikte Kuran okumaları yapıp aynı duaya “Amin” deseler de, kurulan bu kısa süreli yakınlaşmalar etkinliğin bitmesi veya başka bir çerçeveye geçilmesiyle sonlandırıldı ve Iraklı Türkmen kadınların mülteci kimliği tekrar görünür kılındı. Nitekim Arapçanın cennette konuşacakları dil olduğunu iddia eden ve o dile dini bağlamda yüksek bir hürmet gösteren yerel kadınlar, aynı dil sokakta konuşulunca meseleye milliyetçi hislerle yaklaşıp sokaklarında Arapça duymak istemediklerini dile getirdiler.

Bu sebeple, bu çalışma şunu göstermiştir ki toplumsal bir kaynaşma ortak kimlikler ve aidiyetlikler üzerinden sağlanamaz. Dini, dilsel veya etnik aidiyetlikler gibi geleneksel kimlik kategorileri her an sınırları yeniden çizilebilen soyut ve muğlak kavramlardır. Yerel ve mülteci halkı birbirlerine kaynaştırmak için milliyetçilik ya da ümmetçilik gibi söylemlerden ziyade, evrensel insani değerler ve haklar üzerinden bir toplumsal mutabakatı sağlamaya çaba göstermemiz ve bu meseledeki tartışmaları daha somut insani haklar temelinde yürütmemiz gerekir.

Çalışmanızda kadınlık halinin mültecilik kimliğiyle kesişimine dair ne gibi bulgulara eriştiniz?

Yerel kadınlar mülteci kadınlarla olan yüz yüze buluşmalarında onların nasıl göründüğü ve nasıl davrandığı gibi bedensel pratiklerle ilgili konularda onlara pek çok eleştiride bulundular. Alışageldiklerinden en ufak bir sapma yerel kadınlarda rahatsızlık yarattı. Mülteci kadınların pişirdiği yemekler, giyim kuşamları, evlerindeki eşyaların dizaynı, annelik biçimleri gibi pek çok meselede mülteci kadınlar bunları farklı yaptıkları için yerildi. Mülteci kadınlar yerel kadınlarla olan buluşmalara kabul görmek adına en şık kıyafetleriyle katılırken, yerel kadınlar şıklık ve mültecilik arasındaki ilişkiyi sorguladı. Karşılarında yoksul ve güçsüz savaş mağdurları olarak idealize ettikleri mülteci karakterler göremeyen yerel kadınlar bu sefer de Iraklı kadınların mültecilik statüsünü ne kadar hak ettiğini sorguladılar.

Mahalledeki mülteci kadınları bir nevi terbiye etme misyonu edinen yerel kadınlar, mülteci kadınların varlığı ile mahallede adeta kendilerine yeni bir tahakküm alanı oluşturdular. Mülteci kadınlara yönelttikleri eleştirileri hem yüz yüze görüşmelerinde hem de mülteci kadınlar hakkında anlattıkları ve mahallede yaygın bir şekilde dolaşımda olan öyküler aracılığıyla yaptılar. Bu kulaktan kulağa anlatılan ve yaşanıp yaşanmadığı bilinmeyen hikâyelerde, mülteci kadınlar ahlaki yapıya tehdit oluşturacak söylem ve hareketlerde bulunuyor. Örneğin çocukları bakımsızlık içindeyken kendisi makyaj yapıyor. Türk erkeklerini elde etme planları kurarken, Türk kadınları bakımsızlıklarıyla eleştiriliyor. Neticede, bu hikâyeler aracılığıyla, mülteci kadınlar makyaj yapan, iffetsiz, bencil ve sorumsuz anneler olarak yansıtılırken, yerel kadınlar vicdanlı ve fedakâr anneler olarak konumlandırılıyor. Bu hikâyelerin taşıyıcısı olarak yerel kadın, bu tür hikâyeleri her bir anlatışında kendisini daha iyi bir eş ve daha iyi bir anne olarak konumlama fırsatı yakalıyor. Karşıtı olarak gördüğü mülteci kadını yerdikçe kendisini yüceltme şansı yakalıyor. İşte tam da bu kazanımları sebebiyle, Deniz Kandiyoti’nin deyimiyle yerel kadınlar ataerkil düzenle bir iş birliği içerisine giriyor ve var olan “cinsiyetlendirilmiş” asimetrik ilişkilerin yeniden üretilmesine katkı sunuyor.

“Mülteci olmak Suriyeli olmakla eşleştiriliyor”

Mülteci kadınların gösterdikleri ortaklaşma çabalarına rağmen, onların da mahallede bütün mültecilere verilen jenerik ad olan “Suriyeli” etiketiyle adlandırıldıklarını belirtiyorsunuz. Bu etiket onları hangi açılardan rahatsız ediyor?

Çalışmamı yaptığım mahalledeki mültecileri nüfus olarak büyükten küçüğe sıraladığımızda sırasıyla Iraklı, İranlı, Suriyeli ve Afgan mülteciler vardı. Özellikle Iraklı Türkmenler nüfus olarak mahallede çoğunlukta olsalar dâhi hepsinin genel adı Suriyeliydi. Genel olarak, mülteci olmak Suriyeli olmakla eşleştiriliyor. Hatta Suriyeli kimliği üzerinden de Suriyeli olma halini belli bir görünüş ve davranışla olumsuz bir şekilde ikonlaştırma söz konusu. Bu tek tipçi yaklaşım elbette mülteci toplulukları rahatsız ediyor. Örneğin Türkmen kadınlar Türk taklidi yapan Suriyeliler olarak konumlandırılıyor, çünkü Türklük ve Türkmenlik nostaljik bir şekilde üst bir konum olarak idealize ediliyor.

Iraklı Türkmen kadınlar, marjinalleştirilen “Suriyeli” ve “mülteci” kimliklerinden her fırsatta sıyrılmaya çalıştı ve yerel kadınlarla olan yüz yüze buluşmalarında ortak bir dil, etnisite ve din vurgusu yaptılar. Ancak kendi bireysellikleri tanınmadığı gibi kendilerini konumladıkları toplumsal kimlikler de kabul görmedi. Günün sonunda yine “Suriyeliler” oldular. Tanınma ve yerel kadınların gözünde belli bir meşruiyet elde etme çabasına karşılık gösterilen direnç ve bir nevi bu sembolik şiddet elbette Iraklı kadınları mutsuz etti. Örneğin bir Iraklı Türkmen kadın “Ben nere halkıyım? Ben topraktan çıkmadım,” diye dayanamayıp kadın buluşmalarının birisinde isyan etmişti. Ancak bu çabaları tanınırlık anlamında pek de sonuç vermedi.

Bu çalışmanın başladığı dönem ve sonuçlandığı dönem itibariyle iletişim, birbirini anlama, kaynaşma açısından iki grupta ne gibi yaklaşımlar gözlediniz? Aradan geçen süre ve düzenli olarak bir araya gelmek bu iki grubu birbirine yaklaştırabildi mi?

Tabii ki bugün daha olumlu ve iyimser bir tablo çizmek isterdim, ancak sahanın sürdüğü bir buçuk sene boyunca yerel kadınlar en sıradan meseleleri bile oldukça politik bir çerçevede ele aldılar. Kendi ideolojik şemalarıyla çelişen örnekleri göz ardı ettiler. Örneğin, en iyi ihtimalle bu buluşmalara katılan X kişisi “iyi bir kadın” dediler ve onunla bir yakınlaşma ve dayanışma gösterdiler. Ancak onu mülteci grubu içinde bir istisna olarak görüp “istisna kaideyi bozmaz” düşüncesiyle değerlendirdiler. Dolayısıyla da mahalleli yerel kadınlar süreç içinde bazı bireylere yaklaşım ve tutumlarında ufak değişiklikler yapsalar dahi genel olarak meseleye yaklaşımlarındaki var olan tutumlarını muhafaza etmeye devam ettiler.

Share