Kansere yenilmemek: Bir gün insanlık kazanacak

Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Cem Say'ın Herkese Bilim Teknoloji dergisinin 30 Eylül 2016 tarihli 30. sayısında yer alan yazısını Boğaziçi'nde Bilim okurlarına sunuyoruz.

Mustafa Çetiner gibi uzmanların yazdığı bu mecrada kanser hakkında bana söz düşmez elbet, ama yine de mühendis bakışıyla anlayabildiklerimi kendim gibi tıptan anlamayan, ama bilgisayarcılıktan biraz anlayan okuyuculara yönelik olarak, kısa paragraflar halinde toparlamayı bir deneyeceğim.

DNA bir tür bilgisayar programları kütüphanesi. İçindeki programlara "gen" diyoruz. Bu programlar adları A, T, G, C harfleriyle başlayan şu ünlü moleküller art arda dizilerek "yazılmış" (aslında evrilmiş).

Bir bireyin DNA'sı, o bireyin sıfırdan nasıl inşa edileceğine ilişkin bilgileri kapsıyor. Her hücremizde tüm bu bilgiyi içeren DNA'mızın bir kopyası var.

Herkesin DNA'sında her genin biri anneden, biri babadan gelen iki kopyası bulunuyor. Üreme zamanında yavruya bunlardan rastgele biri geçiyor.

Genlere program dedik. Bütün bu programlar aynı anda çalışmıyor. Hücredeki kimyasal ortama göre sadece bazıları çalışıyor, diğerleri susuyor.

Bilgisayarcı okurlar sorabilir: Bu programlar hangi makinede çalışıyor? İşin burası alıştığımız bilgisayarlara benzemiyor: A, C, G, T harflerinden oluşan her üç harflik dizinin bir anlamı var. Bir üçlü "program başı" anlamına geliyor, "program sonu" üçlüsü var, ve diğer üçlü kombinasyonlar da değişik amino asitlere (bunlar meşhur moleküller) tekabül ediyor. Hücre içindeki şahane bir mekanizma (bu geni tetikleyen bir kimyasal durum varsa, veya engelleyen bir durum yoksa) bu üçlüleri okuyup belirttikleri amino asitleri Lego parçaları gibi art arda birbirlerine takıyor. Sonunda ortaya çıkan şeye protein deniyor. Yani gendeki tarife göre özel bir protein üretilmiş oluyor.

Bu proteinler acaip moleküller! Ve bir sürüsü var. Her biri fizik kuralları gereği ayrı şekilde katlanıp ayrı bir şekil alıyor ve böylece proteinlerin kullanıldığı çok daha zengin bir Lego oyunu mümkün hale geliyor. Organlar hep bunların değişik kombinasyonlarından oluşuyor.

Her hücre icabında kendisinin bir kopyasını çıkaracak şekilde bölünebiliyor. Tek hücreli atalarımızdan kalan bu özellik, büyüme için elzem. Ama her hücre canı çektiğinde bölünüp çoğalırsa o zaman kanser oluruz. Normalde bunun olmaması gerekir. O yüzden bunu engelleyen (yani çalıştıklarında bölünmeyle ilgili süreci engelleyici bir kimyasal ortam oluşturan) genler de evrilmiş. Ama o kahrolası mütasyonlar yok mu...

Mütasyon, gen programında değişiklik olması demek. Kimyasal veya fiziksel hasarlanmayla (sigara, çok fazla güneş, vs.) bu olabiliyor.

Aslında mütasyonlar sayesinde varız. İlk canlılar bize benzemiyordu. Mütasyonla ortaya çıkan avantajlı özellikler evrimde sınıf atlatır.

Ama bilgisayarcıların takdir edeceği gibi, çalışır durumdaki bir programda rastgele bir değişiklik yaparsanız sonucun iyi değil kötü olma ihtimali daha yüksek! Mütasyonla değişen gen işini yapamazsa bir şeyler yanlış gidebiliyor tabii. Mesela hücrelerin durmadan çoğalmasına engel olan gen bozulursa o hücre deli dolu çoğalmaya, kendi kopyaları da çoğalmaya, çoğalmaya başlıyor. Kanser bu.

Tıp yıllarca kanserin yukarıda anlattığım mekanizmasını bilmediği için mikrobik hastalıklara bulduğu ilaçlar gibi ilaçlarla çözmeye çalışmış. Olmamış tabii!

Çünkü örneğin antibiyotikler bizim hücrelerimizden bambaşka "şekil"leri olan hastalık hücrelerini rahatça ayırdedebilme mantığı üzerine kurulu. İlaç düşmanı tanıyıp onu etkisiz hale getiriyor.

Oysa kanser hücreleri yine bizim hücrelerimiz! O yüzden tıp bu konuda binlerce yıl tıkanmış. Doktorların elinden kanserli bölgeyi vücuttan kesip atmaktan başka bir şey gelmiyor.

Ama lanet hücreler hep başladıkları yerde çoğalmakla yetinmiyorlar. Kan veya lenf akıntılarına atlayıp vücudun uzak köşelerine gidebiliyorlar. O zaman cerrah nereyi keseceğini şaşırıyor.

Sonra 20. yüzyılda kimyasal silahlara maruz kalan askerlerde o gazın hızlı çoğalan hücreleri yavaşlardan daha çok öldürdüğü fark ediliyor. Doktorlar aynı insanın hücrelerinin bazılarını öldürüp diğerlerini öldürmeme fikri üzerine heyecanlanıp sürüyle zehiri denemeye başlıyorlar. Kemoterapi doğmuş oluyor.

Bir de o aralar Röntgen ışınlarının da tümörlere nişanlanınca onları öldürebildiğini fark ediyorlar. Bu da radyoterapinin doğuşu.

Bunlar başta yazdığım mekanizmanın doğru dürüst anlaşılmasından önce bulunan yöntemler. Ama halen tedavi için bunlar kullanılıyor!

Kesiyorlar, zehirliyorlar, icabında ışınlıyorlar. Hasta perişan oluyor, çünkü sağlıklı hücreleri de ölüyor. Hâlâ da tam şifa garantisi yok.

Kanserle mücadelede yeni fikirler var; gen mühendisliği teknikleriyle kişinin kendi bağışıklık hücrelerine kanserli hücreleri öldürtmek gibi.

Birileri bir şey yapmalı! Değerli dostum Dr. Işıl Arıcan'ın bu yazıyı başlattığım Twitter söyleşisinde dediği gibi, bir çare bulunmazsa bizim neslin çoğu kanserden ölecek, çünkü artık eskiden genç yaşta ölünen hastalıkların çoğunu hallettik, ve kanser mantığı gereği daha geç yaşlarda daha yüksek olasılıkla oluşuyor.

Kendi mesleğim dahil bir çok uğraşın bu mücadeleyle karşılaştırıldığında anlamsız ve önemsiz olduğunu düşünüyorum. Tabii Facebook kurucusu Zuckerberg'le eşinin ceplerinden 3 milyar dolarla başlattığı yeni projede öngörüldüğü gibi bilgisayarcıların bu belanın defedilmesinin önemli bir parçası olacağı açık. Ama bazen başka herhangi bir şey yapmak anlamsız geliyor.

Sizce kaynaklarımızı saray yapmaya, liseleri imam-hatipleştirmeye falan harcamaya devam mı etmeliyiz, yoksa bu işin ucundan tutmalı mıyız?

Neyse, son söz: Kanserden ölen insanlara "kansere yenik düştü" denilmesi çok yanlış. Kurtuluş Savaşı şehitleri Yunanistan'a yenik mi düştü?

Yenme-yenilme durumu varsa, bu bir savaşsa tıpla, insanlığın tümüyle kanser arasında. Ve bir gün insanlık kazanacak. Düşenlerin şerefine.

Cem Say

Kaynak: https://www.herkesebilimteknoloji.com/dergi-sayilari/hbt-dergi-27-sayi-3...

Share